Aynadaki Yalnızlığım

“Bana söylemeye çalıştığın bir şey mi var?” diye sordu Emir. Karşısında patlamaya hazır bir yanardağ misali duran bu genç kadının, dudaklarının arasından fışkırmak üzere olan lavlarını, bir an önce ortalığa püskürtmesini istiyordu adeta. Bu doğal afet ne kadar ertelenirse, enkazının da o denli ağır olacağının farkındaydı.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordum ona. “Neden sevgimi bu denli güçlü bir şekilde itme gereksinimi duyuyorsun?”
Bütün kızgınlığıma ve kırgınlığıma rağmen, aslında sevdiğim adamı anlayabilmek istiyordum. Onun hatalarını en acımasız ifadelerle yüzüne vurarak, sözde kendi zaferimi ilan edeceğim bir ayrılık konuşması yapmak kolaydı. Oysa benim istediğim bu değildi...
“Her geçen gün birbirimizi daha çok üzmeye başladık, belki de ihtiyacımız olan bir süre birbirimizden uzak kalmak…” diye mırıldandı Emir.
İlk görüşte manasına vurulduğum, o siyaha çalan koyu kahverengi gözlerinde saklı gerçeği benden gizlemek istercesine, önünde duran kahve fincanına yöneltmişti bakışlarını. Metal kaşığın, aralıksız olarak fincana çarparken çıkarttığı ses, usul bir kasırganın habercisi gibiydi.
Emir’in, kendimi karanlık ve dipsiz bir kuyuya doğru hızla yuvarlanıyormuşum gibi hissetmeme neden olan sözleri, beni bir an için bulunduğum ortamdan kopartıp çok uzaklara, içimin en kuytularına doğru sürüklemişti.
Bunca zamandır çevremdeki herkes, “Bu erkekler gerçekten de kafasız olmalılar seni ellerinden kaçırdıkları için.” deyip duruyorlardı. Başlarda pek de hoşuma giden bu sözler, artık eskisi kadar etkileyici gelmiyordu kulağıma…
Benimle kalmayanların ardından, yakın çevrem tarafından onaylanan bir “yanlış adamdı” sonucu çıkartmak çok kolay oluyordu. Ancak, bir yere kadar bu durumu götürebilirdim çünkü bir noktadan sonra sürekli “yanlış adam” seçen birisi olarak, kendi küçük toplumumun gözünde, değerlerimden kaybedebilirdim. Hal böyle olunca ben de çareyi sahip olduğum, sözde sıradışı bir özellikle bezemekte bulmuştum kendimi.
Eşi benzeri bulunmaz bir kibirle, zaten her seferinde bile bile gidip o “yanlış adamları” seçtiğimi söylüyordum. İşte ben böyle tuhaf ama ayrıcalıklı birisiydim! Bayılıyordum zor ya da yanlış ya da aşılması gereken sayısız sorunları olan kişilerin dünyalarına girmeye.
Zoru seviyordum ya ondan! Benim için öyle mutlu bir beraberlik yaşayıp sonunda evlenip çoluk çocuğa karışmak falan çerez mevzulardı. İlla ki gün gelir onu yapardım isteyince. Büyük işlerle uğraşmalıydım ben! Hayatın anlamanı karanlık sularda arayan, güya fazla zeki olan adamlar, evlilikten ödü kopanlar, kadınlara doymayan zaaf düşkünleri, vs… Esas bu tipleri yola getirmekti maharet! Öbürünü herkes yapıyordu işte ne var ki!
Halbuki sonsuz bağlılıktan ve terk edilmekten, yarı yolda bırakılmaktan ve mutlu olamamaktan delicesine korkan bendim. Bu yüzden bilerek ve isteyerek yanlış sularda yüzüyordum. Bugüne kadar hep sabun kıvamında, kaygan zeminlerde koşup oynamamın nedeni, esas kendimin her an kayıp gidebilme özgürlüğüne sahip çıkmayı istememdi.
Bu yüzden, bendekilerle birebir aynı korkulara sahip kişilerin dünyalarına bir misyon yüklendiğime inanarak girip onları iyileştirmek için uğraşırken aslında kendimi iyileştirmeye çalışıyordum.
Son yıllarda mutlu bir beraberlik yaşayamamaktan sürekli şikayet eder bir hale gelmiştim.
Hayat, aradığım sorunun cevabının, kendi özümde saklı olduğunu anlatabilmek için hep bir yanıyla bana benzeyen, benim gibi korkuları olan insanlar çıkartmıştı karşıma… Boy boy, çeşit çeşit aynalar... Onlara bakıp kendimi görebilmem ve daha iyi kavrayabilmem için…
Oysa ben, her seferinde korkularıma daha çok yaslanmayı seçmiştim. Karşıma çıkan kişilerdeki varlığını, olağanüstü bir yetenekle görebildiğimi sandığım, bendekilerle özdeş olan kusurlarını iyileştirmeleri gerektiğini onlara anlatmak için uğraşmıştım.
Ben aslında o kişilere değil, aynadaki kendi aksime aşık oluyordum her seferinde… Oysa hayat, o görüntüleri bana, kendimi tanımam için göndermişti.
Emir ile tanışmadan kısa bir süre öncesine kadar yeni birisi ile karşılaşmak üzere olduğumu hissediyordum. Ancak bunun diğerleri kadar hoşgörülü bir yansıma olmayacağından habersizdim.
Eğer bir kez daha kendi korkularımın başını okşama eğilimi gösterecek olursam, bu defa karşımda duran ayna yerle bir olacak ve içimin en derinlerine batacaktı cam kırıkları. Yara bere içinde kalacaktım. Belki oluk oluk kan akacaktı yaralarımdan ve işte o an geldiğinde bir seçim yapmam gerekecekti. İyileşmek ile ölmek arasında!
Ancak ve ancak, tavan arasında saklı duran, kırmızı eğerli tahta atımı, olduğu yerden çıkartma yürekliliğini gösterebildiğim gün sona erecekti, kökleri kendi miladımdan öncesine dayanan korkularım… Ve ancak kanayan yerlerimi iyileştirmek istediğim anda gerçekleşecekti büyük devrimim…
“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordum ona. “Neden sevgimi bu denli güçlü bir şekilde itme gereksinimi duyuyorsun?”
Bütün kızgınlığıma ve kırgınlığıma rağmen, aslında sevdiğim adamı anlayabilmek istiyordum. Onun hatalarını en acımasız ifadelerle yüzüne vurarak, sözde kendi zaferimi ilan edeceğim bir ayrılık konuşması yapmak kolaydı. Oysa benim istediğim bu değildi...
“Her geçen gün birbirimizi daha çok üzmeye başladık, belki de ihtiyacımız olan bir süre birbirimizden uzak kalmak…” diye mırıldandı Emir.
İlk görüşte manasına vurulduğum, o siyaha çalan koyu kahverengi gözlerinde saklı gerçeği benden gizlemek istercesine, önünde duran kahve fincanına yöneltmişti bakışlarını. Metal kaşığın, aralıksız olarak fincana çarparken çıkarttığı ses, usul bir kasırganın habercisi gibiydi.
Emir’in, kendimi karanlık ve dipsiz bir kuyuya doğru hızla yuvarlanıyormuşum gibi hissetmeme neden olan sözleri, beni bir an için bulunduğum ortamdan kopartıp çok uzaklara, içimin en kuytularına doğru sürüklemişti.
Bunca zamandır çevremdeki herkes, “Bu erkekler gerçekten de kafasız olmalılar seni ellerinden kaçırdıkları için.” deyip duruyorlardı. Başlarda pek de hoşuma giden bu sözler, artık eskisi kadar etkileyici gelmiyordu kulağıma…
Benimle kalmayanların ardından, yakın çevrem tarafından onaylanan bir “yanlış adamdı” sonucu çıkartmak çok kolay oluyordu. Ancak, bir yere kadar bu durumu götürebilirdim çünkü bir noktadan sonra sürekli “yanlış adam” seçen birisi olarak, kendi küçük toplumumun gözünde, değerlerimden kaybedebilirdim. Hal böyle olunca ben de çareyi sahip olduğum, sözde sıradışı bir özellikle bezemekte bulmuştum kendimi.
Eşi benzeri bulunmaz bir kibirle, zaten her seferinde bile bile gidip o “yanlış adamları” seçtiğimi söylüyordum. İşte ben böyle tuhaf ama ayrıcalıklı birisiydim! Bayılıyordum zor ya da yanlış ya da aşılması gereken sayısız sorunları olan kişilerin dünyalarına girmeye.
Zoru seviyordum ya ondan! Benim için öyle mutlu bir beraberlik yaşayıp sonunda evlenip çoluk çocuğa karışmak falan çerez mevzulardı. İlla ki gün gelir onu yapardım isteyince. Büyük işlerle uğraşmalıydım ben! Hayatın anlamanı karanlık sularda arayan, güya fazla zeki olan adamlar, evlilikten ödü kopanlar, kadınlara doymayan zaaf düşkünleri, vs… Esas bu tipleri yola getirmekti maharet! Öbürünü herkes yapıyordu işte ne var ki!
Halbuki sonsuz bağlılıktan ve terk edilmekten, yarı yolda bırakılmaktan ve mutlu olamamaktan delicesine korkan bendim. Bu yüzden bilerek ve isteyerek yanlış sularda yüzüyordum. Bugüne kadar hep sabun kıvamında, kaygan zeminlerde koşup oynamamın nedeni, esas kendimin her an kayıp gidebilme özgürlüğüne sahip çıkmayı istememdi.
Bu yüzden, bendekilerle birebir aynı korkulara sahip kişilerin dünyalarına bir misyon yüklendiğime inanarak girip onları iyileştirmek için uğraşırken aslında kendimi iyileştirmeye çalışıyordum.
Son yıllarda mutlu bir beraberlik yaşayamamaktan sürekli şikayet eder bir hale gelmiştim.
Hayat, aradığım sorunun cevabının, kendi özümde saklı olduğunu anlatabilmek için hep bir yanıyla bana benzeyen, benim gibi korkuları olan insanlar çıkartmıştı karşıma… Boy boy, çeşit çeşit aynalar... Onlara bakıp kendimi görebilmem ve daha iyi kavrayabilmem için…
Oysa ben, her seferinde korkularıma daha çok yaslanmayı seçmiştim. Karşıma çıkan kişilerdeki varlığını, olağanüstü bir yetenekle görebildiğimi sandığım, bendekilerle özdeş olan kusurlarını iyileştirmeleri gerektiğini onlara anlatmak için uğraşmıştım.
Ben aslında o kişilere değil, aynadaki kendi aksime aşık oluyordum her seferinde… Oysa hayat, o görüntüleri bana, kendimi tanımam için göndermişti.
Emir ile tanışmadan kısa bir süre öncesine kadar yeni birisi ile karşılaşmak üzere olduğumu hissediyordum. Ancak bunun diğerleri kadar hoşgörülü bir yansıma olmayacağından habersizdim.
Eğer bir kez daha kendi korkularımın başını okşama eğilimi gösterecek olursam, bu defa karşımda duran ayna yerle bir olacak ve içimin en derinlerine batacaktı cam kırıkları. Yara bere içinde kalacaktım. Belki oluk oluk kan akacaktı yaralarımdan ve işte o an geldiğinde bir seçim yapmam gerekecekti. İyileşmek ile ölmek arasında!
Ancak ve ancak, tavan arasında saklı duran, kırmızı eğerli tahta atımı, olduğu yerden çıkartma yürekliliğini gösterebildiğim gün sona erecekti, kökleri kendi miladımdan öncesine dayanan korkularım… Ve ancak kanayan yerlerimi iyileştirmek istediğim anda gerçekleşecekti büyük devrimim…