Kumrular Zamanı

Sevgiler, bağ bozumuna değin yıpratılmadan yaşanabildiğinde, zamanın pandülü bir o yana bir bu yana gidip gelirken, ruhun mahzenlerinde öylesine eşsiz yıllanıyorlar ki, kavından çıkartıldığında, o ilk yudumun damakta bıraktığı tada doyum olmuyor.
Vaktiyle köküne kıran girmiş bağların mahsulleri ise, zembereği boşalmış bir zamanın gölgesinde yitiriliveriyorlar.
Seyrüseferler misali sevdalardan geçiyoruz. Kimilerinden bir fotoğraf kalıyor, kırık çerçevesiyle sandığa atılıvermiş… Kimilerinden sararmış bir kağıt parçasında karalı iki satırlık sevda sözcükleri… Ya da kitap aralarında kurutulmuş kırmızı bir gülün, ayakta kalmaya direnmiş tomurcuğundan gayri, un ufak olmuş yaprakları…
Ne kadar doludizgin yaşanmışsa o kadar iz kalıyor geriye ve ne kadar emek verilmişse o kadar sitem. Hırpalanmışsak bir zaman bir yerde, daha çok geçmişte bırakıyor insan hatıraları. Yok, eğer anlayabilmiş ve anlatabilmişsek, mutlaka bir tebessüm ve özlemle anılıyor adı sevdanın.
Ne tuhaf... Bütün o hissedilenler, umutlar, beklentiler, o zaman aralığında paylaşılan acı tatlı anılar... Aldıklarımız ve verdiklerimiz, yani paylaştıklarımız, yani kaşla göz arasında üzerimize ilişen ne varsa, hepsi ömrün bir köşesinde sıkışıp kalıyor. Yaşananların ne kadarını yanımızda getiriyoruz ki bugüne gelirken?
Yol alabilmek için insan illaki bir şeyleri geride bırakmak zorunda kalıyor, ancak birçok şeyi geride bırakmayı da kendi kendine seçiyor. Böylesi tüy hafifliğinde yaşandığı için belki de…
İnsan, zamanın bir yerinde bıraktığı tanıdık bir ruhun çehresi ile bir gün burun buruna geldiğinde, kucaklamak istiyorsa onu hasretle, belli ki şarap doğru yıllanmış onca zaman... Anlamışız, anlatabilmişiz... O zamanlar anlayamadıklarımızı ise hayattan öğrendiklerimiz belletmiş bize...
Değer vermişiz ve değer görmüşüz. Beceremediklerimizin müsebbibi saymamışız birbirimizi. Saysak bile öyle olmadığına ikna etmiş yaşam bizi. Yol ayırımında, yaralarımızı sarıp da vedalaşmışız, gözü yaşlı koymamışız birbirimizi yola.
Gül oyalı bir yemeniyi, hatıra diye saklamışız o günden bugüne…
Sınanmış ve eskitilmemiş sevgilerin paylaşımcıları ile gün gelip de yollarımız bir kez daha kesiştiğinde, bir “merhaba”dan öteye gidebilecek cesareti gösterip kucaklayabilmek onları, geçmişin bize sunduğu bir hediye gibidir.
Yol üstünde ektiğimiz fidelerin, ne zaman ağaç olduğunu fark etmeyiz. İlk ektiğimiz gün başında durur, büyümesini bekleriz. Sularız, konuşuruz onlarla, sonra yine sular, yine konuşuruz. Bekleriz telaşla. Bir an önce tomurcuklansın, çiçek açsın isteriz.
Oysa hiçbir emek o kadar hızlı ürün vermez. Sabırsızlığın arka yüzünde vefasızlık pusu kurmuştur. Baktık ki çiçek açmıyor bu fide, döner arkamızı gideriz. Bazen iyi bazen kötü bir temenniyle…
Eğer gerçekten emek verilmişse bir yerde, bir gün mutlaka orada bir ağaç büyür. Gün gelir, bir yağmur zamanı uzatır dallarını üzerimize doğru, yapraklarıyla örter bizi.
Mutluluk, bir yere varmak değil, o yere doğru yol almaktır. Yol üzerindeki görüntülerdir içimizde saklı tuttuğumuz. Oraya varmak uğruna verdiğimiz savaşlardır bizi biz yapanlar.
Ve sevgilerimiz, eğer gerçekten yaşanmışlarsa, bir ömür boyu bizimle birlikte gelirler gittiğimiz tüm kentlere...
Vaktiyle köküne kıran girmiş bağların mahsulleri ise, zembereği boşalmış bir zamanın gölgesinde yitiriliveriyorlar.
Seyrüseferler misali sevdalardan geçiyoruz. Kimilerinden bir fotoğraf kalıyor, kırık çerçevesiyle sandığa atılıvermiş… Kimilerinden sararmış bir kağıt parçasında karalı iki satırlık sevda sözcükleri… Ya da kitap aralarında kurutulmuş kırmızı bir gülün, ayakta kalmaya direnmiş tomurcuğundan gayri, un ufak olmuş yaprakları…
Ne kadar doludizgin yaşanmışsa o kadar iz kalıyor geriye ve ne kadar emek verilmişse o kadar sitem. Hırpalanmışsak bir zaman bir yerde, daha çok geçmişte bırakıyor insan hatıraları. Yok, eğer anlayabilmiş ve anlatabilmişsek, mutlaka bir tebessüm ve özlemle anılıyor adı sevdanın.
Ne tuhaf... Bütün o hissedilenler, umutlar, beklentiler, o zaman aralığında paylaşılan acı tatlı anılar... Aldıklarımız ve verdiklerimiz, yani paylaştıklarımız, yani kaşla göz arasında üzerimize ilişen ne varsa, hepsi ömrün bir köşesinde sıkışıp kalıyor. Yaşananların ne kadarını yanımızda getiriyoruz ki bugüne gelirken?
Yol alabilmek için insan illaki bir şeyleri geride bırakmak zorunda kalıyor, ancak birçok şeyi geride bırakmayı da kendi kendine seçiyor. Böylesi tüy hafifliğinde yaşandığı için belki de…
İnsan, zamanın bir yerinde bıraktığı tanıdık bir ruhun çehresi ile bir gün burun buruna geldiğinde, kucaklamak istiyorsa onu hasretle, belli ki şarap doğru yıllanmış onca zaman... Anlamışız, anlatabilmişiz... O zamanlar anlayamadıklarımızı ise hayattan öğrendiklerimiz belletmiş bize...
Değer vermişiz ve değer görmüşüz. Beceremediklerimizin müsebbibi saymamışız birbirimizi. Saysak bile öyle olmadığına ikna etmiş yaşam bizi. Yol ayırımında, yaralarımızı sarıp da vedalaşmışız, gözü yaşlı koymamışız birbirimizi yola.
Gül oyalı bir yemeniyi, hatıra diye saklamışız o günden bugüne…
Sınanmış ve eskitilmemiş sevgilerin paylaşımcıları ile gün gelip de yollarımız bir kez daha kesiştiğinde, bir “merhaba”dan öteye gidebilecek cesareti gösterip kucaklayabilmek onları, geçmişin bize sunduğu bir hediye gibidir.
Yol üstünde ektiğimiz fidelerin, ne zaman ağaç olduğunu fark etmeyiz. İlk ektiğimiz gün başında durur, büyümesini bekleriz. Sularız, konuşuruz onlarla, sonra yine sular, yine konuşuruz. Bekleriz telaşla. Bir an önce tomurcuklansın, çiçek açsın isteriz.
Oysa hiçbir emek o kadar hızlı ürün vermez. Sabırsızlığın arka yüzünde vefasızlık pusu kurmuştur. Baktık ki çiçek açmıyor bu fide, döner arkamızı gideriz. Bazen iyi bazen kötü bir temenniyle…
Eğer gerçekten emek verilmişse bir yerde, bir gün mutlaka orada bir ağaç büyür. Gün gelir, bir yağmur zamanı uzatır dallarını üzerimize doğru, yapraklarıyla örter bizi.
Mutluluk, bir yere varmak değil, o yere doğru yol almaktır. Yol üzerindeki görüntülerdir içimizde saklı tuttuğumuz. Oraya varmak uğruna verdiğimiz savaşlardır bizi biz yapanlar.
Ve sevgilerimiz, eğer gerçekten yaşanmışlarsa, bir ömür boyu bizimle birlikte gelirler gittiğimiz tüm kentlere...